23 Nisan 2009 Perşembe

Bizler İçin

Fakir Baykurt'un kitaplarını okumaya başladım. Kendisi Köy Enstütülerinden çıkmış çok çok başarılı bir köy romancısıdır. Uzun uzun ne kadar güçlü bir dili olduğunu anlatmayayım sizlere. "Kaplumbağalar" adlı romanından küçük ama romanı, halkı ve devleti anlatan çok önemli bir bölüm sunayım:

(.....)
“Emme Hamdi Beyim anlat bana ki aklım ersin.”
“Bak İlyas, sana anlatayım. O dediklerin var ya senin… Onlar bu milletin “yandan sürme”leri. Muhallebi çocukları. Güllerin, tüllerin içinde pış pış büyümüş onlar. Çoğu anasının südüyle değil, emzikle, inek südüyle böyümüş. Korkak, pısırık, nazik. “Pardon mösyö”, “Vıy madam”… Okumuşlar, Londra, Paris, Atina gezip tozmuşlar. Bilmezler senin Sarıkızlı’nı, Tozak’ını; halkı, milleti. Bilmezler dört mevsimin ayrı ayrı çilesini. Yazın susuz tarlalarda, kurakta; kışın çamur yollarda, suların böldüğü köprülerde düşe uça; yarlardan yamaçlardan yuvarlanarak; kanadı kırılıp yollarda kalarak; iki çuval buğdayın nasıl kasabaya ulaştığını, nasıl fırınlarda ekmek olduğunu bilmezler. Karıları kızları, kendileri sanırlar ki, biz aylık alıyoruz, fırıncılar da para kazanmak için hamurları pişirip pişirip camekanlara diziyorlar. Onun için böyle dans oyunlarıyla, bordo şaraplarıyla vakit geçiriyorlar…”
Komşuları gidelim dediler İlyas’a.
“Durun!” dedi İlyas. “Bir sorum kaldı, onu da sorayım!”
Hamdi Bey kalktı, ceketini, şapkasını, golf pantalonunu çıkardı, girdi yatağa, yorganı göğsüne çekti:
“Sor İlyas, sor aslanım!” dedi.
“Bu dinine yandığım hep böyle mi gidecek Hamdi Beyim?. Bunun bir çaresi yok mu? Her zaman bizi bu “yandan sürme” muhallebi çocukları mı güdecek?”
“Gütseler..” dedi Hamdi Bey. “Onu da yapmıyorlar…”
“Yani sormak istediğimi anlayıver Hamdi Beyim…”
“Bu öyle bir soru ki… Madem sordun, otur konuşalım. Arkadaşlar da otursunlar…”
İlyas oturdu. Komşuları oturttu.
Rıza yatakta doğruldu.
Hamdi Bey:
“Yandan sürmeleri budayacaksınız, onların heç faydası yok. Tıpkı ağaçtaki gibi. Yerlerine “kökten sürme”leri getireceksin. Dediğime dikkat et: yandan sürme, kökten sürme, daldan eğme… Bir de tohumdan yetiştirme var. Tohumdan yetişeni aşılamak var. Bunların hangisi yarayışlıdır, sağlamdır? Ben derim, kökten sürmeler. Çağır, bütün memlekete sor, değil deyen parmak kaldırsın! Tohumdan yetişeni de unutma…”
“Şimdi bu dediğimi yoralım:Ne demek bu? Yani Saffet Beyi değil, şu yataktaki Rıza’yı bakan yapacaksın. Halis kökten sürme. Tozaklı. Topraktan öğrenip kitapsız bilen(KHH'nin Notu: Yazar burada Nazım Hikmet'in "Türk Köylüsü" şiirinin girişini kullanmaktadır.)… En dayanıklı granit taşı. Yağmur geçmez. Soğuk geçmez… Kaymakamın yerine Sırrı Bey değil, seni, Sarıkızlı köyünden İlyas’ı oturtacaksın. Beni de başbakan yapacaksın, bak nasıl tıkır tıkır oluyor işler anasını satayım!”
Rıza bir utandı yatağın üstünde.
Muhtar İlyas güldü:
“Dee ölme eşeğim ölme, yoncalar bitsin…”
“Gülersin değil miiii?” dedi Hamdi Bey. “Ama hiç gülme! Neyin eksik senin kel kafa Sırrı Beyden? Rıza’nın neyi eksik koca göbek Saffet Beyden?”
“Onlar okumuş…”
“Okuma ne yavu? Büyütmeyin gözünüzde. Nasrettin Hoca musafın arasına ekmek ufaklarını koymuş, dağın ayısı bile okumuş… İşte yolunu tuttunuz, onu da belleyeceksiniz. Köye okul yapıyoruz. Ama dıkkat edin, asıl okul köyün kendisi: Yazlar, kışlar, tarlalar, dağlar, yalçın kayalar! Yalçın hayat! İnsanı insan eden, adam eden bu! Büzüğü sık, öteki üç aylık iş… Deyeceksiniz ki onların çenesi laf yapıyor. Onlar avukat, onlar yargıç, onlar lügat, onlar nutuk… Sen onların lügattına öte berisine bakıp aldanma. İnsanın çenesi değil, yüreği konuşmalı. Onların hepsi birbirlerini tekrarlıyor. Ayrı bir şey konuştukları yok, korkma!..”
“Pekey Hamdi Bey, gelelim daldan eğmelere..”
“Gelelim: Eğer daldan eğme istiyorsan, yani biliyorsun daldan eğme ne demek! Valileri kaymakamları, vali kaymakam olacakları, saylav bakan olacakları, kıçı kırık müdürleri, müdür olacakları, köylünün nezareti altında, on iki ayrı kurs göstereceksin! Vereceksin ellerine sabanı, sürecekler. Vereceksin orağı, biçecekler. Ondan sonra da, al şu iki çuval buğdayı, yükle eşeğe, pazarda sat gel, deyeceksin. Eşeğin taze sıpasını köyde bırakacaksın. Eşek yıkılacak yollarda, çamuru çökecek; yeniden yüklenecek. Bunu yapamayanlar devlet gemisinde ne dümen tutabilir, ne kürek çekebilir! Sınayacaksın ki başımızdakilerin kaçı, iki çuvalı bir eşeğe yükleyebilir; bu sınavı kazanabilir… Milleti yönetecek olan, yöntemi milletten belleyecek. Buna candan yürekten, hemi de çok eskiden beri inanıyorum, gine de inanacağım ağam!..”
“Çok uzun iş Hamdi bey, olmayasıya…” dedi İlyas.
“Alın tüfekleri, çıkın dağa öyleyse! Güm güm! Hem onları öldürün, hem kendinizi, millet hepinizden kurtulsun! Oğlum, yolun uzunu sağlamdır…”
“Pekey kim yapacak bu dediklerini?”
“Halk yapacak, halkın kendisi yapacak.”
“Halkın elinde ne var yavu? Sen ne sanıyorsun halkı? Hemi de nasıl yapacak?”
“Kolay!” dedi Hamdi Bey. “Ben İdris Dağının başına bir fırıldak koyacağım! Ölüzger esecek. O fırıldak dönecek. Dönünce halk da yapacak!... Çakal İlyas, saman kafalı İlyas! Bir yon laf konuştum, hala anlamadın, dürzü İlyas!..”
“Anlamıyorum Hamdi Beyim. Çünkü neden? Valla onu da bilmiyorum, neden?... Kalkmadan bir takanı daha alacağım, iznin olursa…”
“Olur, hadi al bakalım.”
“Sen kendin, daldan eğme misin, kökten sürme misin?
Hamdi Bey kalktı, kovaladı İlyas’ı:
“Kökten sürme sensin; sen; Rıza…” dedi.
(.....)

Hiç yorum yok: