2 Mayıs 2009 Cumartesi

...

Desiderius Erasmus'un "Deliliğe Övgü" kitabını okurken, yazarın "Anne Yeni Kelime Öğrendim" başlıklı yazımda irdelediğim konuya 500 yıl önce değindiğini farkettim:
"Zira burada bu defa, sülükler örneği dillerini kullanır gibi görününce kendilerini tanrı yerine koyan ve Latince bir nutukta, sözü bilmece haline sokan, birkaç Yunanca sözcüğü yersiz bir şekilde karıştırmayı harikulade bir şey sanan günümüzün retorik bilimi hocalarını taklit etmek istiyorum. Bunlar yabancı bir dil bilmezlerse eskimiş bir kitaptan birkaç eski kelime çıkarır ve okurların gözünü kamaştırırlar. Bunları anlayanlar, kendi engin bilgilerinden lezzet duymak fırsatını bulurlar. Böylece gururları okşanır; anlamayanlara anlaşılmaz görünmeleri oranında da hayranlık konusu olurlar. Uzaktan gelen şeylere hayran olmak, dostlarım için bir zevktir. Eğer bu sonuncular arasında, bilgin geçinmek isteyecek kadar boş olanlar bulunursa, küçük bir memnuniyet gülümsemesi bir onaylama işareti ve eşeklerinki gibi bir kulak hareketi, cehaletlerini başkalarının gözünden gizlemek için yeterli olacaktır… Biz konumuza dönelim."

--------------------------------------------------------------------------------- ´
Söz konusu kitaptan bir alıntı daha:
"Bir tacir, bir asker, bir hakim yaptığı çapulculukların kendisine sağladığı para yığınından tek bir sikke ayırıp şu dindarlık saçmalarına kullansın. Fazlasına gerek yok: hemen hayatının bütün pisliklerinden ruhunun temizlendiğine inanır. Yalan yere yeminleri, hayasızlıkları, kavgaları, sefaletleri, cinayetleri, ihanetleri, hilekarlıkları, her şeyi, o küçük para sikkesi temizlemiş olur. O kadar iyi temizlemiştir ki, adam bunlara yeniden başlamaktan başka bir işi olmadığına inanır."

---------------------------------------------------------------------------------

Bir tane de hukukçulara gelsin:
"…Hukukçularla başlayalım. Bunlar kendilerini bilginlerin birincisi görürler. Sisyphos gibi, gayet iri bir kayayı dağın tepesine çıkarırlar, kaya dağın tepesine getirilip tekrar aşağı düşünce, onu tekrar çıkarırlar. -Yani beş altı yüz kanunu, konularıyla ilgili olup olmadıklarına bakmadan, birbiriyle karıştırdıklarında- Yorum üzerine yorum, aktarma üstüne aktarma yaparak oluşturdukları bilimlerinin zor bir şey olduğunu sıradan halkı inandırdıklarında (hayran olunması gereken şeylerin, çok zahmet ve çalışmalarla elde edilenler olduklarına inanmışlardır) kendilerine hayran olma biçimleri hiçbir ölümlüde görülmemiştir…"

23 Nisan 2009 Perşembe

...

Frank Herbert'in "Dune" adlı romandan "Korkuya Karşı Dua":
"Korkmamalıyım. Korku aklın katilidir. Korku, toplu yıkım getiren küçük ölümdür. Korkumla yüzleşeceğim. Onun etrafımdan ve içimden geçip gitmesine izin vereceğim. Ve geçip gittiğinde, onun yolunu görmek üzere iç gözümü kullanacağım. Korkunun gittiği yerde hiçbir şey olmayacak. Yalnızca ben kalacağım."

Bizler İçin

Fakir Baykurt'un kitaplarını okumaya başladım. Kendisi Köy Enstütülerinden çıkmış çok çok başarılı bir köy romancısıdır. Uzun uzun ne kadar güçlü bir dili olduğunu anlatmayayım sizlere. "Kaplumbağalar" adlı romanından küçük ama romanı, halkı ve devleti anlatan çok önemli bir bölüm sunayım:

(.....)
“Emme Hamdi Beyim anlat bana ki aklım ersin.”
“Bak İlyas, sana anlatayım. O dediklerin var ya senin… Onlar bu milletin “yandan sürme”leri. Muhallebi çocukları. Güllerin, tüllerin içinde pış pış büyümüş onlar. Çoğu anasının südüyle değil, emzikle, inek südüyle böyümüş. Korkak, pısırık, nazik. “Pardon mösyö”, “Vıy madam”… Okumuşlar, Londra, Paris, Atina gezip tozmuşlar. Bilmezler senin Sarıkızlı’nı, Tozak’ını; halkı, milleti. Bilmezler dört mevsimin ayrı ayrı çilesini. Yazın susuz tarlalarda, kurakta; kışın çamur yollarda, suların böldüğü köprülerde düşe uça; yarlardan yamaçlardan yuvarlanarak; kanadı kırılıp yollarda kalarak; iki çuval buğdayın nasıl kasabaya ulaştığını, nasıl fırınlarda ekmek olduğunu bilmezler. Karıları kızları, kendileri sanırlar ki, biz aylık alıyoruz, fırıncılar da para kazanmak için hamurları pişirip pişirip camekanlara diziyorlar. Onun için böyle dans oyunlarıyla, bordo şaraplarıyla vakit geçiriyorlar…”
Komşuları gidelim dediler İlyas’a.
“Durun!” dedi İlyas. “Bir sorum kaldı, onu da sorayım!”
Hamdi Bey kalktı, ceketini, şapkasını, golf pantalonunu çıkardı, girdi yatağa, yorganı göğsüne çekti:
“Sor İlyas, sor aslanım!” dedi.
“Bu dinine yandığım hep böyle mi gidecek Hamdi Beyim?. Bunun bir çaresi yok mu? Her zaman bizi bu “yandan sürme” muhallebi çocukları mı güdecek?”
“Gütseler..” dedi Hamdi Bey. “Onu da yapmıyorlar…”
“Yani sormak istediğimi anlayıver Hamdi Beyim…”
“Bu öyle bir soru ki… Madem sordun, otur konuşalım. Arkadaşlar da otursunlar…”
İlyas oturdu. Komşuları oturttu.
Rıza yatakta doğruldu.
Hamdi Bey:
“Yandan sürmeleri budayacaksınız, onların heç faydası yok. Tıpkı ağaçtaki gibi. Yerlerine “kökten sürme”leri getireceksin. Dediğime dikkat et: yandan sürme, kökten sürme, daldan eğme… Bir de tohumdan yetiştirme var. Tohumdan yetişeni aşılamak var. Bunların hangisi yarayışlıdır, sağlamdır? Ben derim, kökten sürmeler. Çağır, bütün memlekete sor, değil deyen parmak kaldırsın! Tohumdan yetişeni de unutma…”
“Şimdi bu dediğimi yoralım:Ne demek bu? Yani Saffet Beyi değil, şu yataktaki Rıza’yı bakan yapacaksın. Halis kökten sürme. Tozaklı. Topraktan öğrenip kitapsız bilen(KHH'nin Notu: Yazar burada Nazım Hikmet'in "Türk Köylüsü" şiirinin girişini kullanmaktadır.)… En dayanıklı granit taşı. Yağmur geçmez. Soğuk geçmez… Kaymakamın yerine Sırrı Bey değil, seni, Sarıkızlı köyünden İlyas’ı oturtacaksın. Beni de başbakan yapacaksın, bak nasıl tıkır tıkır oluyor işler anasını satayım!”
Rıza bir utandı yatağın üstünde.
Muhtar İlyas güldü:
“Dee ölme eşeğim ölme, yoncalar bitsin…”
“Gülersin değil miiii?” dedi Hamdi Bey. “Ama hiç gülme! Neyin eksik senin kel kafa Sırrı Beyden? Rıza’nın neyi eksik koca göbek Saffet Beyden?”
“Onlar okumuş…”
“Okuma ne yavu? Büyütmeyin gözünüzde. Nasrettin Hoca musafın arasına ekmek ufaklarını koymuş, dağın ayısı bile okumuş… İşte yolunu tuttunuz, onu da belleyeceksiniz. Köye okul yapıyoruz. Ama dıkkat edin, asıl okul köyün kendisi: Yazlar, kışlar, tarlalar, dağlar, yalçın kayalar! Yalçın hayat! İnsanı insan eden, adam eden bu! Büzüğü sık, öteki üç aylık iş… Deyeceksiniz ki onların çenesi laf yapıyor. Onlar avukat, onlar yargıç, onlar lügat, onlar nutuk… Sen onların lügattına öte berisine bakıp aldanma. İnsanın çenesi değil, yüreği konuşmalı. Onların hepsi birbirlerini tekrarlıyor. Ayrı bir şey konuştukları yok, korkma!..”
“Pekey Hamdi Bey, gelelim daldan eğmelere..”
“Gelelim: Eğer daldan eğme istiyorsan, yani biliyorsun daldan eğme ne demek! Valileri kaymakamları, vali kaymakam olacakları, saylav bakan olacakları, kıçı kırık müdürleri, müdür olacakları, köylünün nezareti altında, on iki ayrı kurs göstereceksin! Vereceksin ellerine sabanı, sürecekler. Vereceksin orağı, biçecekler. Ondan sonra da, al şu iki çuval buğdayı, yükle eşeğe, pazarda sat gel, deyeceksin. Eşeğin taze sıpasını köyde bırakacaksın. Eşek yıkılacak yollarda, çamuru çökecek; yeniden yüklenecek. Bunu yapamayanlar devlet gemisinde ne dümen tutabilir, ne kürek çekebilir! Sınayacaksın ki başımızdakilerin kaçı, iki çuvalı bir eşeğe yükleyebilir; bu sınavı kazanabilir… Milleti yönetecek olan, yöntemi milletten belleyecek. Buna candan yürekten, hemi de çok eskiden beri inanıyorum, gine de inanacağım ağam!..”
“Çok uzun iş Hamdi bey, olmayasıya…” dedi İlyas.
“Alın tüfekleri, çıkın dağa öyleyse! Güm güm! Hem onları öldürün, hem kendinizi, millet hepinizden kurtulsun! Oğlum, yolun uzunu sağlamdır…”
“Pekey kim yapacak bu dediklerini?”
“Halk yapacak, halkın kendisi yapacak.”
“Halkın elinde ne var yavu? Sen ne sanıyorsun halkı? Hemi de nasıl yapacak?”
“Kolay!” dedi Hamdi Bey. “Ben İdris Dağının başına bir fırıldak koyacağım! Ölüzger esecek. O fırıldak dönecek. Dönünce halk da yapacak!... Çakal İlyas, saman kafalı İlyas! Bir yon laf konuştum, hala anlamadın, dürzü İlyas!..”
“Anlamıyorum Hamdi Beyim. Çünkü neden? Valla onu da bilmiyorum, neden?... Kalkmadan bir takanı daha alacağım, iznin olursa…”
“Olur, hadi al bakalım.”
“Sen kendin, daldan eğme misin, kökten sürme misin?
Hamdi Bey kalktı, kovaladı İlyas’ı:
“Kökten sürme sensin; sen; Rıza…” dedi.
(.....)

11 Ocak 2009 Pazar

Hüzünlü Pazar

Halsizim, boğazlarım şiş, hastayım. Bir hafta sonra finallerim başlıyor. Mevsimlerden kış. Hava çok karanlık. Ve en kötüsü: Günlerden pazar!

Pazar günlerini bütün hafta yoğun çalışanlar dışında kimse sevmez sanırım. Hele çocuklar için, bir de mevsimlerden kışsa bütün gün işkencedir pazar. Oh Holy Sunday! Garfield’ın pazartesilerinden bile çok daha kötü benim pazarlarım. Ertesi gün okulun olduğu bilinci bütün gün kemirir beynimi. Okul fobim yoktur ama Pazar günlerinden nefret etmek için fobiye de ihtiyaç yok ki!

90’larda küçük bir çocuk olmak da pazar günlerine ayrı bir acı yükler sanki. Annemiz ve babamız eğitimci olduğu için, evde yapılan neredeyse her faaliyet pazartesi gününün ve bütün hafta içinin okul hazırlığı olur. Sabah kahvaltılarında izlenen TRT belgesellerinin hiçbir faydası yoktur. Hele bazen bu Pazar sancıları babanın Star Tv’de “Kırmızı Koltuk” izlemesiyle iyice artar. Bütün gün ateri veya bilgisayar açılamaz. Çünkü ertesi gün okul vardır ve cumartesi gününün o serbestliği bir anda yok olmuştur. Ödev olmasa bile zorla derse oturturlar seni. Bazı pazarlar, hava güzelse, sabahtan televizyonda izlenilen Avrupa ligi maç özetleri ile ufaktan gaza gelinip dışarı top oynamaya gidilir. Ama “çıkılan” maçlarda ne kadar eğlenirseniz eğlenin, çocuklar için alarm zili niteliğindeki akşam ezanını duyduğunuzda, baş öne eğik, bütün haftanın kiriyle eve girersiniz.

İşte kaçınılmaz son: Banyo…

Anneyle banyoya girilir. Tabi o zamanlar yaşadığım yerde duşa kabin gibi teknolojik şeyler olmadığından, önce kazana kömür atılır.Sonra kovaya su doldurulur ve o bunaltıcı sıcakta annenin direktifleri ile banyo yapılır. Sizde var mıydı bilmiyorum ama annem beni her hafta keselerdi. Oh Holy Sunday! Her banyoda, kızarmış vücuduma dökülen suyla temizlenmenin o dayanılmaz acısını hissederdim. Annem hep anlatır, dalga geçer benimle: Eskiden her keselenme seansında kızarmışım. Büyüyüp başbakan olduğumda keseyi yasaklayacağımı söylermişim. Aklıma geldikçe hala gülerim. Ama bu mücadelem, protesto gösterilerim kazanımla sonuçlandı ve artık iki haftada bir keselenmeye başladığımı hatırlıyorum. Bunu da belirtmeden geçmeyeyim.

Banyo biter. Herkes paklanır. Akşam yemeği yenir. Herkes oturma odasının bir köşesine yerleşir. Ben ders çalışmaya başlarım. Annem ütü yapmaya başlar. Babam ya yazılı okur, ya da ders planı yazar. Odamız yeterince buharlanınca annem de babama katılır. Ablamla kavga ederiz biz de boş durmamak için.

Ancak asıl belirtmek istediğim konu, Pazar geceleri iyice çekilmez yapan ama acı verdiği gibi ağızda da hoş bir tat bırakan televizyon programlarıdır. Evet arkadaşlar. Tabii ki “Bizimkiler” dizisinden ve “Parlament Pazar Gecesi Sineması”ndan bahsediyorum. O içten, sıradan hayatın bir kesitini sunan “Bizimkiler” ile televizyonda ilk kez yayınladığı filmleriyle “Parlament Pazar Gecesi Sineması”… Ve ikisinin de ortak özelliği, ikisi de bitince yatmak zorunda kalmanız.

Moral bozukluğu içinde yatağa girilir. Anneniz üstünüzü örter, yanağınızdan öper, ışığı kapatıp odadan çıkar. Böylece o karanlıkta tertemiz nevresim takımıyla baş başa kalırsınız. İşte bu yüzden temiz nevresim takımları bana Pazar gecelerini hatırlatır. Temiz olmanın o dayanılmaz acısı…

Pazar günlerini fazla mı büyütüyorum bilmiyorum…
Son olarak sizinle bir şarkıyı paylaşmaktan “kıvanç” duyarım. Parçanın ismi “Gloomy Sunday” :) . Macar bir besteciye ait. Sevgilisi için bestelemiş bunu ve şarkı o kadar karamsarmış ki kadın bunu dinledikten sonra intihar etmiş. Parça radyoda yayınlandıktan sonra intihar vakaları da olmuş. Ardından parça hemen yayından kaldırılmış…Ah bu Pazar günleri!!!

Not: Şarkıyı dinlemek için biraz bekleyeceksiniz. Baştaki İngilizce açıklamalar sırasındaki çalan müzik başka bir müzik.

10 Ocak 2009 Cumartesi

Din ve Hukuk

(Liseden beri hukuk fakültesi istenmiştir. Herkes de bu isteğin farkındadır. Aile üyeleri ve akrabalar lise hayatı boyunca ders çalışmaya teşvik etmek için sınava hazırlanan kişiyle seans tadında birçok konuşma yapmıştır. Böylece harıl harıl ders çalışılmış, sınava girilmiş, sonuçlar gelmiş, tercih yapılmış ve hukuk fakültesi kazanılmıştır. Hukuku kazandığı için bütün sülalesinin mutlu olacağını zanneden genç, babaannesiyle bu mutlu anını paylaşmak ister. Babaanne aranır.)

Genç: Babaanne hukuku kazandım. Avukat olacağım. Holey! Yihuu!
Babaanne: Avukatların kazandığı para haramdır derler ya… Neyse…

(Ve gençte dumurla berber gelen kızgınlık, ani terleme, gözbebeklerinin büyümesi durumu!)

Avukatlık Mesleği ve Türkiye Solu Üzerine

-E avukat mı olacan sen. İlerde bizim davalarımıza bakarsın. Hehe.
(Sen kaç defa mahkemelik oldun ki) Tabi abi ne demek.

-Olmadı yengeyi boşatırız sana.
(Bak hala) Bilmem ki. Bakarız.

-Ne demek bakarız. Boşuna mı avukat olcan sen? Bir de para istersin sen şimdi bizden ilerde!
(Ulan ne kadar suça eğilimli ve beleşçi tanıdıklarım var benim ya!) Ne parası abi. Ne olacağımız belli değil ki daha. Bir dur bakalım.

-Tabi avukatlarda para bok anasını satim. Bizden para almazsın artık. Sen de paçayı kurtardın lan şerefsiz!
(Avukat alacaklıların mı var abicim bu ne kin? Hem benim gelecekteki mali durumum niye geriyor seni bu kadar.) Abi her avukat zengin değil ki. Hem bir de artık piyasa avukat kaynıyor.

-Olsun lan en azından okuyosun. Okumak yine de güzel şey.
(Sanki imkan yoktu da okuyamadı eşşolueşşek. Madem meraklısın en azından al eline kitap oku. Bu da mı zor?) Tabi güzel yanları var.

-Şşş Bak orda solcularla , koministlerle takılmıyon demi?
(İşte Türkiye’min kanayan yarası… ) Yok...yani var... solcu... arkadaşlar da ben pek bulaşmıyorum... öyle şeylere(Cevapta açık bir şekilde fark edilebilen bir dekreşendo)

-Bak okuyanlar böyle şeylere bulaşıyolar. Kominist olup hem başına dert açma, hem de bizim başımızı ağrıtma. Görmedin mi 1 Mayıs’ta olanları? Polis inim inim inletir vallahi! Görmedin mi copları, silahları… Falan filan
(Şimdi ne desem boş. Yaşı ermiş ama kafası ermemiş bir tanıdık karşısında ne sınıf mücadelesi, ne sömürü düzeni, ne eşitlik, ne de kardeşlik kalır. Polisin 1 Mayıs’ta inim inim inletmesi mevzusundan bahsederken alınan haz nedeniyle ağzın kenarının iyice yamulması ve o yamulma sonucu saniyenin onda birinde meydana gelen tükürük birikmesi de beni ayrıca kıl etti) Yok abi ne alakası var.

-Bak koçum! Olaylara bulaşma, doğru düzgün oku, meslek sahibi ol, evlen, güzel güzel yaşa.
Ben evlenmic… (Hassssss… Tam da en sondaki kıssadan hisseye gelmiştik ya! Nasıl ağzımdan kaçtı!)

-Tabi yaşayacan hayatını olum. Hovardalık yapacan nasıl olsa kıracan parayı. Bir de mafya avukatı oldun mu deme sen. Ama mafya diyosam böyle namuslu mafya. Halkın namusunu koruyanlardan.
(Hah hala Polatlık Mematilik peşinde adam. Artık içimdeki sesi açığa vurup “Yeter!” diye bağırıp bir bir cevap vermek isterdim ama bu diyalogu iğrenç ve sıradan solcu politik tiyatrosuna çevirmeye gerek yok. Sessizce dinleyip, onay verip akıllı, uslu, okumuş çocuğu oynamaya devam etmek en güzeli. Bu arada amma pısmışım belim ağrıdı.)

Sürer gider…

Not: En azından merak edenler için diyalogun geri kalan kısmının anahtar kelimelerini yazalım. Zaten devamının getirmek basit: Mafya, millet sevgisi, şehitlik mertebesi, askerlik, pkk, komünizm, kız arkadaş, eve kız atmak, zinanın zararları, boşanma, avukatlık, avukatlık, para, para, para, avukatlık, avukatlık, avukatlık…

Hukuk Eğitimi Üzerine Kısa ve Eleştirel Bir Söyleşi

-Siz şimdi hep kanun ezberliyorsunuzdur.
Yok kardeş. Zaten basılmış, cep kitabı yapılmış şeyleri biz niye ezberleyelim.

-Ya ben de başlarda hukuk seçecektim ama işte benim ezberim çok iyi değildir. Falan filan.
(Yok yine anlayamadı)Tamam benim de ezberim iyi değildir ama ezbersiz ders mi olur? Hem nasıl tarihi, coğrafyayı ezberlemişsen bunu da ezberleyeceksin. Falan filan.

-Cık. Ezberim hiç iyi değildir.
Peki